BİRLİĞİ SAĞLAMAYA YÖNELİK ATILIMLAR

Cumhuriyetin ilanından önce saltanat kaldırılmış, fakat çağlar boyu onun ayrılmaz bir parçası olan hilafet saklı tutulmuştur. Bu, ulaşılmak istenen ulusal birliğe, ulusal topluma ters düşen bir otorite kaynağıdır. Bir yandan toplum uluslaşma sürecine sokulmak istenirken, öbür yandan ulusu değil, ümmeti öngören, dinsel birlik simgesi olan "hilafet" i ve "halife" yi yaşatmak, bu kurumu devlet ve toplum yapısı içinde bulundurmak çelişkili bir durum yaratacak, uluslaşma sürecini engelleyecekti. Bunun için cumhuriyetin ilanından dört ay sonra hilafet de kaldırılmış, böylece dinsel hizmetler devlet örgütü içinde hükümete bağlanmıştır. Bu atılım birlik sorunu ile ilintili olduğu kadar otorite sorunuyla da ilişkilidir.
Cumhuriyet ör:cesi dönemde ülkedeki eğitim örgütünde laikliğe, ulusal eğitime ters düşen okullar vardı. Azınlıkların okulları, dinsel okullar, tekkelerdeki mezhep, tarikat eğitimleri, yabancı ekinleri aşılayan, yabancı dilde öğretimi sürdüren yabancı okullar ayn kuruluşlara bağlı olan, devletin denetiminden uzak bulunan eğitim kurumlarıyla bir toplumda alusal birliği sağlamak olanaksızdı. Böylesine bir öğretim uluslaşmanın en büyük engellerinden biriydi. Bu nedenle 3 Mart 1 924'te öğretimde birlik sağlanmış, Şeriye ve Evkaf Bakanlığı kaldırılarak tüm öğretim kurumlan Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlanmıştır.
Bunu izleyen günlerde ise " 1924 Anayasası" olarak anayasa hukukunda yer alan cumhuriyetin temel yasası 20 Nisan 1924 'te kabul edilmiş, sistemin bütün içeriği çerçevelendirilmiştir. Yeni anayasa devletin bir cumhuriyet, egemenliğin de kayıtsız, koşulsuz ulusa ait olduğunu belirlemiş; birliğin temelini Türk ulusunun oluşturduğunu vurgulamıştır. 1924 Anayasası 'nın çelişkili bir yönü vardır. Anayasa "devletin resmi dili Türkçe"dir derken dininin de İslam olduğuna işaret etmiştir. Hilafeti, Şeriye ve Evkaf Bakanlığı 'nı kaldıran; eğitimde birliğe giden, böylece laik topluma yönelen bir sistemin anayasasında devletin dininden söz etmek çelişkili durumdur. Bu çelişki 4 yıl sonra 10 Nisan 1928 'de giderilmiş ve anayasa tümüyle laikleştirilmiştir.
Fesin atılarak şapkanın giyilmesine ilişkin yasa 25 Kasım 1925 tarihlidir. Bunu ilk bakışta biçimsel bir atılım sayanlar vardır, fakat festen külaha, kalpaktan sarığa, çeşitli tarikatlerin simgesi durumundaki başlıklara kadar pekçok baş örtüsünün giyildiği bir toplumda çağdaş bir giyside, şapkada karar kılmak biçimsel sayılsa bile devrim eylemi için gerekli atılımdır. En azından eskinin bu konudaki geleneklerinin bırakılmasını, giyside özle biçimin uyumunu, birlik sağlanmasını olanaklı kılmıştır. Üstelik lier devrim içerikle birlikte simgelerini de getirmiştir.
Geleneksel toplumların toplumsal güçleri yanında dinsel güçleri, otorite odakları da vardır. Geleneksel Osmanlı toplumunun tekke ve zaviyeleri dinsel tören, toplantı ve eğitim yerleridir. Bu yönleriyle de ulusal birliği parçalayıcı etki yaparlar. Üstelik geçmişin çeşitli kanlı çatışmalarında, ayaklanmalarında, devletin güçsüzlüğe itilmesinde tekke ve zaviyelerin baş.çektiği, çıkarcı, fesatçı, vurguncu, dinle ilgisi olmayan davranışlara girdiği bilinmektedir. Bu engellerin kaldırılması hem ulusal birliğin sağlanması, hem de otorite oluşturulması yönünden gereklidir. Bu nednele 30 Kasım 1925 'te tüm tekke, zaviye ve türbeler kaldırılmış, bilimle bağdaşmayan muskacılık, üfürükçülük, yazgı okuyuculuğu önlenmek istenmiştir.
Çağdaş toplumun çağdaş yasaları olmak gerekir. Bir toplumun değişmesi, aynı zamanda, o toplumdaki geleneksel öğelerin, üretim ilişkilerinin, dinsel, töresel hukuk düzeninin değişmesi demektir. Her değişim, her devrim yeni bir çağdaş yasalar düzenlenmesine gitmek zorundadır. Çağdaşlaşma amacınd:ıki bir toplumunu gereksinmelerine geleneksel, dinsel yasalarla yanıt vermek olanaksızdır. Osmanlı döneminin cumhuriyet yönetimine bıraktığı hukuk düzeni ile. Malumat'tan başlayarak bazı düzenlemeler yapılmış olmasına karşın çoğunluğuyla dinsel kurallara dayalı bir anlayışla örülmüştür. Bu dinsel hukuku oluşturan ana kaynaklar ise "Kuran", " Hadis", "Kıyası Fukaha", "İcmai Ümmet"tir. Bunların yanında dinsel kurallara aykırı olmayan "Örfi Hukuk" da yer alır. Bu kurallar çağdaşlaşmaya yönelen bir toplumun gereksinmelerine uymadığı gibi kişiler arasında cins, mezhep farklılığı nedeniyle ayrıcalıklar yaratır. Osmanlı hukuk düzeninin bir başka ayrıcalığı da yabancı uyruklulara, Müslüman olmayanlara tanınan yargısal haklardır. Bunlar da çağdaş yasalarla kaldırılmıştır.
Bu karışıklığı önlemek, hukukta birliği, laikliği, toplum yaşamında yasal eşitliği sağlamak ve toplumun gereksinmelerini çağdaş yasalarla karşılayabilmek için 17 Şubat 1926 'dan başlayarak 24 Nisan 1919' a kadar bir dizi çağdaş yasa, Türk Medeni Kanunu, Türk Borçlar Kanunu, Ticaret Kanunu, İcra İflas Kanunu, Hukuk ve Ceza Muhakemeleri Kanunu çıkarılmış, Ankara Hukuk Mektebi (bugünkü Ankara Hukuk Fakültesi) açılmış, bu çağdaş yasaları uygulayacak, yeni hukukçuların yetiştirilmesine başlanılmıştır.
Devrimin başlangıç yıllarının birlik sağlamaya yönelik öbür atılımları arasında takvim, ağırlık, uzunluk ve zaman ölçüleriyle ilgili kararlar toplumdaki Hicret Yılı, Ortodoks Yılı, Gregorien Yılı, Miladi Yıl'a bağlı çeşitli takvimlerin, "alaturka saat", "alafranga saat" gibi değişik saatlerin; arşın, endaze, kulaç gibi karışık uzunluk; dirhem, okka, kile gibi birbirine zıt ağırlık ölçülerinin kullanılmasına son vermiştir. Takvimde Miladi yıl ile zamanda 24 saatlik gün, uzunluk ölçüsünde metre, ağırlık ölçüsünde de kilo düzenlemesine geçilmiştir. Bu değişiklikler birimlerde birlik sağladığı kadar, konularında da ülke düzeyinde eşit bir uygulama yaratmıştır.
Atatürk devriminde cumhuriyetten sonraki ilk dokuz yılda uygulamaya konulan ve ekinde ulusallaşma ve laikleşmeye, böylece de ulusal birliği güçlendirmeye yönelik etkili devrimci atılımları yeni Türk alfabesi, Türk Tarih ve Türk Dil Kurumlan, Millet Mektepleri ve Halkevleri'nin açılışı izlemiştir.
Tüm yenileşme çabalarında, geleneksel toplumlardan çağdaş toplumlara geçişte ulusallaşma, ulusal devlet kurma, ulusal bir siyasa izleme, ulusal bir ekin yaratma ve bunu halka yayma temel amaçlardan biri olmuştur. Yenileşmenin, değişmenin, çağdaşlaşmanın bu temel aşaması, Atatürk devriminin ulusçu, halkçı, laik, cumhuriyetçi içeriğiyle girişilen her eylemde göz önünde tutulmuştur.
Her yeni devlet, her devrim kendine özgü siyasal, ulusal ekini getirmek, bunu geliştirmek; siyasal, ekinsel toplumsallaşma yöntemiyle bu ekinin tüm toplumca benimsenmesine çalışmak zorundadır. Bu zorunluk, kurulan yeni devletin gerçekleştirilmek istenen devrimin, uygulanan yeni düzenin bir yaşam biçimi olarak tüm ulusça, halk katlarınca içtenlikle benimsenmesi gereksemesinden doğmaktadır.
Öğrenilmesi kolay yeni Türk alfabesinin kabulü, ulus okullarının açılması, her Türk çocuğunun kesin olarak Türk ilkokulunda öğrenim görmesi zorunluluğu, yazı ve konuşma dilinin herkesçe anlaşılır olmasını sağlamak için dilde Türkçeleşme çabasının yoğunlaştırılıp yaygınlaştırılması; ulusal tarihin kaynaklarının araştırılıp Türk tarihinin aydınlığa çıkarılması, halkın eğitimini, ekinsel gelişimini sağlamak için Halkevleri 'nin kurulması ve sonunda "Türk İnkılap (Devrim) Tarihi Enstitüsü"nün kurularak tüm yükseköğrenim kurumlarında Türk Devrim Tarihi derslerinin zorunlu hale getirilmesi hem ulus oluşturulmasını sağlamak,hem devrimin amaçlarını gerçekleştirmek, hem de bu devrimin "yasallık"ını yaratmak için başlatılmış, uygulanmış, sürdürülmüş atılımlardır.
Bir devlet, bir toplum için en önemli öğelerden biri dilbirliğinin sağlanması, o toplumda herkesin aynı dille konuşup yazması ve bu dilin ulusun tüm bireylerince anlaşılır olmasıdır. Bir ulusun, budunsal bir topluluğun çeşitli nedenlerle tarih olayları içinde birbirinden uzak düşmesı, parçalanması, yeryüzünün şurasına burasına dağılması; bu dağılma, çözülme, parçalanma, ayn düşmelerden ötürü her bölümünün çeşitli etkilemeler sonucu dillerinin büyük farklılıklar göstermesi doğaldır. Fakat bir ülke üzerinde yaşayan, iç içe bulunan, aynı yazgıyı paylaşan, aynı havayı soluyan, aynı devletin bireyleri olan bir ulusun kişilerinin ayrı dille, sözcüklerle konuşmaları, yazmaları, birbirlerinin söyleyip yazdıklarını anlamamaları ve bu durumun sürüp gitmesi çağdaş bir toplumun kabul edeceği olgu değildir.
Türklerin İslamiyeti kabulünden ve özellikle Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluşundan sonra giderek Arapça ve Farsça, devletin uygulamalarıyla Türk dilini etkisi altına almıştır. Devlet yazışmalarında, okullarda, sarayda, medreselerde, okumuş yazmış, sarayla, devletle ilişkisi olan kesimlerde kullanılan dil hemen tümüyle Arapça, Farsça sözcüklerle doludur. Öyle ki Arap-Fars karışımı bir "Osmanlıca"dan söz edilmektedir. Bu gelişmeye ayak uydurmayan, uyduramayan kesim halktır. Halk kesiminde de bu başıboşluktan, bu karışıklıktan, bu umursamazlıktan dolayı yer yer, bölge bölge bozulmuş sözcüklerle konuşulmaktadır.
Fakat büyük kitlenin anlaşma dili, konuşma dili Türkçedir.
Her dilin kendi özelliklerinden doğan bir alfabesi olmak gerekir. Arap alfabesi, Arapçanın yapısına özgü seslerden doğmuş, bu sesleri yansıtacak, Arapların anlaşmasını sağlayacak ölçüde biçimlenmiştir. Türk dilinin yapısı, çok sesliliğe dayanan özdedir. Türkçenin bu çok sesliliğine, bu seslerin kısalığına karşın Arapça, dolayısıyla Arap alfabesi az sesli; sesler de kısa ve uzun niteliktedir. Bu nedenlerle Türkçeyi Arap harfleriyle yazmak, Türkçeyi Arap harfleriyle öğretmek çok güçtür. Arap alfabesinin bir başka özelliği de pek çok harfin sözcüğün başında, ortasında, sonunda değişik biçimlerde yazılmasıdır. Türkçedeki bir sessiz harfin Arapçanın hangi tür benzer sessiz harfi ile karşılanacağı da bir başka sorundur. Bu yüzden karmakarışık bir yazı dili doğmuş, bunu çok küçük bir azınlık öğrenebilmiştir. Bu karışıklıklar Arapçanın Kuran dili olmasından, bu dilin, bu alfabenin dışındaki yazı ve alfabelerin "kafir" işi olacağı bağnazlığından ileri gelmiştir. Açıkça görüldüğü gibi dildeki bu karışıklık, yazıdaki bu keşmekeş dinin, dili etkisi altına almasının doğal sonucudur. Atatürk devriminin laikleşme süreci 1 928 'lerde, daha önceki yıllarda tartışılan bu konuyu bıçak gibi kesip atmış, Türk dilinin yapısına uygun Latin kökenli yeni bir alfabenin ortaya çıkmasına olanak sağlamıştır.
Önce 28 Mayıs 1928'de uluslararası rakamlar kabul edilmiş, 3 Kasını 1928'de de "Türk Harfleri Hakkındaki Kanun" çıkarılarak yürürlüğe konmuş, liselerden Arapça ve Farsça dersleri kaldırılmıştır. 1 Ocak 1928'de " Millet Mektepleri" (Ulus Okulları) açılmış, başta bu okulların "başmuallim"i (başöğretmen) Mustafa Kemal olmak üzere yeni alfabeyi öğrenen herkes köyde, kentte bütün olanakları kullanarak bu okullarda kadın erkek, genç yaşlı tüm yurttaşlara okuyup yazmayı öğretmeye koyulmuştur. Gazeteler Türk alfabesiyle yayımlanmaya başlamış; Mustafa Kemal'in en yakın arkadaşlarının bile kuşku ile karşıladığı bu güçlü atılım, devrimin büyük önderinin direnci, dayatması ve itişi sonucu kısa sürede okuma yazma bilenler çoğalmıştır.
Osmanlı dönemi boyunca Türkler, ulusal bir tarih anlayışı ve öğretiminden yoksun bırakılmıştır. İmparatorluk boyunca tarih deyince okunan, bilinen, ezberlenen İslam tarihi olmuş, Türk tarihi unutulmuştur. Osmanlı İnıparatorluğu 'nun başlangıcından Cumhuriyet'e değin süren dönemde tarihle ilgili üç görüş ve uygulama sürdürülmüştür.
İmparatorluğun başlangıcından Tanzimat' a kadarki dönemde İslam tarihi üzerinde durulmuş, bu tarih en ince ayrıntılarına kadar okutulmuş, belletilmiş ve toplumun okuyabilen kesimi İslamın ve İslam tarihinin bilgileriyle koşullandırılmıştır. İkinci uygulama Tanzimat'la Birinci Meşrutiyet arası yıllarda sürdürülmüş, medreselerin yanında kurulan yeni bazı okullarda Türk tarihi üzerinde de durulmuştur. Fakat bu dönemde İslam tarihiyle birlikte yalnız yeni okullarda okutulan tarih, bütünüyle Türk tarihi değil, Osmanlı Devleti 'nin, daha açık bir deyimle Osmanlı hanedanının tarihi olmuştur. Bu da bilimsel olmaktan uzak "Vakanüvis" çilik anlayışı içinde sürdürülmüş, tarih biliminin gerektirdiği anlayıştan, içerikten yoksun kalmıştır. Üçüncü uygulama artık başlangıcından bu yana Türk tarihinin bilinmesi, öğretilmesi, araştırılması gereğinin duyulduğu Birinci Meşrutiyet sonrası çalışmalarla başlar. Batı 'da okuyan bazı düşünürlerin gelişen ulusçuluk akımları karşısında Türklerin de bir gerçek tarihi olduğunu savunmaları, bu konuda çalışmalara, yayınlara girişmeleri, Türk tarihi ile ilgili yabancı yazarların kitaplarından esinlenerek tarih kitapları hazırlamaları bu dönemin uygulamaları arasındadır.
Fakat bu çalışmalarda da gerçek bir ulusal tarih bilincine ulaşılamamış, Türk tarihinin derinliklerine ulus bilinci içinde eğilme olanağı bulunamamıştır.
Tarih, bir ulusun geçmişi, bugünü ve yarını için en önemli dayanaklardan biridir. Uluslaşmamış, ulus olamamış toplulukların tarih yaratmak için çaba gösterdikleri, kendilerini bir geçmişe bağlamak istedikleri bir çağda Türkler gibi dünyanın en eski, en köklü bir ulusunun, Anadolu 'da uygarlıklar yaratmış bir halkın gerçek tarihini bilmemesi, bu tarihi özel amaç güden yabancıların tanımlamalarına, belirlemelerine bırakması Cumhuriyet yönetiminin kabul edeceği bir durum değildi. Bunun için sürekli araştırmalar, bilimsel çalışmalar yapmak ve sonuçları yazılar, kitaplar halinde yayımlamak amacıyla 15 Nisan 1931'de "Türk Tarihi Tetkik Heyeti", bugünkü adıyla "Türk Tarih Kurumu" kurulmuştur. Mustafa Kemal'in isteği ile kurulan ve bugün "Atatürk'ün vasiyeti" uyarınca Türkiye İş Bankası 'ndaki kişisel ortaklığından saglanan gel irir. yüzde ellisiyle çalışmalarını sürdüren Türk Tarih Kurumu, gerçekten Türk tarihini karanlıktan aydınlığa kavuşturan pekçok yayının, bilginin ortaya çıkmasına, bunların uluslararası bilim kuruluşlarınca da benimsenmesine önayak olmuştur. Atatürk'ün bankadaki ortaklığından sağlanan gelirin öbür yüzde ellisi de yine Mustafa Kemal 'in Türk dilinin arılaştırılması, özbenliğe kavuşturulması amacıyla kurduğu Türk Dil Kurumu' na verilmekte, bu kurumun çalışmalarında kullanılmaktadır.
Mustafa Kemal'in Türk tarihi ve bu tarihin öğrenilmesi ile ilgili isteği, uyarısı tarih çalışmalarında tarihçiler için de, yeni kuşaklar için de unutulmaması gereken sözlerdir: "Büyük devlet kuran atalarımız büyük ve kapsamlı uygarlıklara sahip olmuştur. Bunu aramak, incelemek Türklüğe, dünyaya bildirmek bizler için bir borçtur. Türk çocuğu atalarını tanıdıkça, daha büyük işler yapmak için kendinde güç bulacaktır. Her şeyden önce, kendinizin dikkatle, özenle seçeceğiniz belgelere dayanınız. Bu belgeler üzerinde yapacağınız incelemelerde her şeyden ve herkesten önce kendi karar verme yeteneğinizi ve ulusal süzgeci kullanınız. Biz daima gerçeği arayan ve buldukça, bulduğumuza inandıkça onu açıklama yürekliliğini gösteren adamlarız."
19 Şubat 1932'de kurulan " Halkevleri" Atatürk devriminin, bu devrimle başlatılan ulusal ekin yaratma çabalarının, bu ekini yayma girişimlerinin halka açılan kapıları; ekini tüm içeriği ve alanlarıyla geniş kitlelere benimsetme; bu çabada kadın-erkek, yaşlı genç tüm yurttaşları görevli kılma, çalışmaya itme, ekinsel çalışma ve girişimlere katılmalarını sağlama merkezleridir.
Kentlerde "Halkevi'', kasaba ve köylerde " Halkodası " kurularak sürdürülen bu çalışmalarda tarih, dil, tüm güzel sanatlar, halkbilim, köy araştırmaları, in;;elemeleri, uygulamaları sürdürülmüş, dergiler yayımlanmış; halkevleri bölgelerinde birer eylemsel ekin merkezleri haline dönüşmüştür. Halkevlerinin hemen tümüne kitaplıklar açılmış, buralarda gençlerin okuyup yetişmesi, bilgi edinmesi sağlanmıştır. Halkevleri ve odaları bu ekinsel işlevinin yanında okuyup yazma bilmeyen halkın açılan kurslarda yetişmesini, okuyup yazmayı öğrenmesini de sağlayan kuruluşlar olmuştur.
Halkevleri ve odaları çalışmalarını 8 Ağustos 1951'e değin sürdürmüş, bu tarihte Türkiye Büyük Millet Meclisi 'nce kabul edilen ve 11 Ağustos 1951 tarihinde yürürlüğe giren 5830 sayılı yasa ile kapatılmıştır. Bu yasa ile kapatılan halkevi 478, halkodası da 4322'dir.
Osmanlı döneminin son yıllarında bazı aydınlarca başlatılan öz Türkçeye yöneliş çabaları, Türk dilinin yabancı, özellikle Arapça, Farsça sözcüklerden arıtılması devlet yazışmalarının, okullardaki öğretimin halkın anlayabileceği Türkçe ile yapılması, Arap, Fars karışımı Osmanlıcanın yerine "kaba Türkçe" olarak adlandırılan asıl Türkçenin gelişi Kurultayı toplanarak dil üzerinde yapılacak çalışmalar bir illenceye bağlanmıştır.
Türk dilini geliştirme, özbenliğim kuvuşturrna atılımı Türk devriminin ulusçu, halkçı, laik ve devrimci ikelerinin gereğidir.

Dilde Türkçeye dönüşün doğal sonucu olarak Türkçe ezan, Türkçe hutbe uygulaması yıllarca sürdürülmüş l950'den sonra yeniden Arapça ezana dönülmüştür.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

MADAM CORİNNE'E MEKTUBU

ATATÜRK'ÜN AMERİKALI KADIN GAZETECİ GLADİS BAKER'E VERDİĞİ MÜLÂKAT

Atatürk’ün Samsun’daki Evi